12 Ekim 2011 Çarşamba

Hikaye denemelerimden biri...


Mitha t son derece sıradan biriydi. 1.70 boyunda esmer. Kahverengi gözlü, yağlı saçları dışında tamamen görünmez biriydi. Mithat’ı bi kere görmeyle kimse hatırlamazdı. Akılda kalan bi fiziksel yapısı olmadığı gibi son derece çekingen, utangaç ve içine kapanık biriydi. İnsanlarla etkileşime geçmekte zorlanır yeni arkadaşlıklar kurmak fikrine alışamazdı. Onun için arkadaşlık bi ömür süren bağlar demekti. Arkadaşlarını çok sever ve onlar için her şeyi yapardı. Lise yıllarında yaptıkları eylem olumsuz sonuçlanınca arkadaş grubu her zaman mithat’ı öne atar ve sorumluluğun tümünü ona yüklerlerdi. Bu harekete çok kızsa da arkadaşlarını sevdiği için ses çıkarmaz sonuçlara katlanırdı. Mithat insanlarla iletişim kuramadığı için kendini kitaplara adamıştı. Aynı anda 4-5 kitap okur ve her pazartesi yeni kitaplara başlardı. Pazartesi başladığı kitapları Pazar akşamına kadar bitirir ve pazartesi sabahı yeni 4-5 kitaba başlardı. İlk okul’da öğretmeni mithat’ın iletişim kurmaktaki zayıflığını gördüğünde onu kitaplara yöneltmiş mithat’ta bu eşsiz hayal dünyasının derinliklerinde kaybolmuştu. Okuduğu her kitabın çetelesini tutardı. Kitabın adı, yazarı, okunmaya başlandığı tarih, bittiği tarih, konu ve düşünceler bölümlerinin bulunduğu 23 defteri vardı. Mithat çevresindeki az sayıda insana çok önem verir onların isteklerine asla karşı çıkmazdı. Bu çoğu zaman suistimal edilmesine neden olsa da Mithat değişmeyi düşünmezdi. Lise bitip üniversite’ye başladığında farklı bi ortam ve çok sayıda yeni yüzle karşılaşmış ve piskolog’a gitmeye karar vermişti. Mithat’a obsesif kompulsif bozukluk teşhisi koyan psikolog takıntılarının henüz çok ilerlememiş olduğunu ve kendisini düşünmesi gerektiğini mithat’a söylemişti. Mithat duyduklarına inanmamış doktor’un sahtekâr olduğunu düşünmüştü. İlkokul ve lise hayatı boyunca göze batmamak için her zaman arka planda kalmayı tercih etmiş sınavlarda önce arkadaşlarının kağıtlarını doldurur sonra kendi kağıdına bakardı. En yakın arkadaşları olan mevlüt, yamaç ve Tuğrul tam puan alırken Mithat hiçbi zaman tam puan almamıştı. Göze batmayı ve ön planda olmayı hiç sevmediği için hiçbi yeteneğini göstermez, kendinden bahsetmezdi. Lise boyunca bi edebiyat dergisine haftalık olarak yazdığı şiirleri tuğrul’un adıyla göndermiş ve tuğrul’un gelecek vadeden şair’lerden biri olarak anılmasına sebep olmuştu. Tuğrul bunu en iyi şekilde kullanıp çok yarar sağlamıştı, diğer arkadaşları kıskanmasınlar diye çeşitli edebi yarışmalara onların adlarıyla katılıp ödüller kazanmıştı. Mithat çok yetenekli bi müzisyendi. Eline geçen her türlü müzik aletini çalabilirdi. Başta satranç olmak üzere her türlü zekâ oyununda rakipsiz denilebilecek bi seviyedeydi ama kendisinin satranç oynamayı bildiğini bilen çok az sayıda insan vardı. Mithat çocukluğundan beri çiçekci olan babasının dükkânında durmayı insanların neden çiçek aldığını düşünmeyi çok severdi. Annesi bankacıydı. Öğle aralarında annesi dükkâna gelir ve hep birlikte yemek yerlerdi. Ailesi Mithat için her şey demekti. Annesi ya da babası istediği takdirde hiç düşünmeden hayatından vazgeçebilirdi. Aynı şey arkadaşları için de geçerliydi. Mithat’ın her zaman ortalama bi insan olduğunu düşünen ailesi Mithat için yaptıkları planlarda daima mithat’ı bi sahaf olarak düşünürlerdi. Kitaplara çok düşkün olan ve hiçbi yeteneği olmayan biri için sahaflık ideal bi meslek gibiydi. Ailesinden kalacak miras çok büyük olmasa da doğru kullanıldığı takdirde rahat bi ömür sürmeye yetecek miktarda olacaktı sahaf’lıktan çok büyük para kazanmasa bile dükkanı ayakta tutması yeterli olacaktı. Mithat gelecek planları yapmaktan hiç hoşlanmaz ve ailesinin kendisi için istediği, düşündüğü şeylere asla karşı çıkmazdı. ÖSS’ye girdiğinde dershane’de ki hocasının ailesine söylediği çok büyük beklentileriniz olmasın ama Mithat zeki çocuktur bişeyler yapar sözünden sonra ailesinin takındığı tavır ve üniversite her şey demek değil lafı kulağında çınlıyordu. İstese Türkiye derecesi yapabilir istediği bölüme gidebilirdi. Ama mithat’ın ilgisini çeken tek şey bilim kurguydu. ÖSS’de her zamanki gibi göze batmayacak kararınca cevaplar verip herhangi bi üniversite de ailesinin istediği bölüm de okuacaktı. Mithat’ın düşüncesi bu yöndeydi. Ama sınav esnasında ailesinden, arkadaşlarından uzak kalma düşüncesi mithat’ı korkutmuş ve İstanbul içinde bi bölüm kazanmasını sağlayacak kadar soru yapmıştı. Sonuçlar açıklandığında herkes şok olmuştu. Mithat’ın sıradan bi okulu kazanması çok şaşırtıcı olmazdı ama Boğaziçi üniversitesine yetecek kadar puan alması gerçekten şaşırtıcıydı. Mithat İngilizce ve Fransızcaya okuduğu kitaplar vasıtasıyla çok hakimdi. Ama İngilizce de başlangıç seviyesinde, Fransızcadan hiç haberi olmayan biri olarak görülüyordu çevresindekiler tarafından. Ailesi aldığı puana hem sevinmiş hem de çok şaşırmıştı. Ailesi Boğaziçi filoloji tercihini en üst sıraya yazdırmıştı. Mithat hesap ettiğinden 40 puan fazla almış ve duruma kendisi de şaşırmıştı. Bu kadar göze batacak bi puan almayı düşünmemiş ama ailesinden uzak kalma korkusuyla ipin ucunu kaçırmıştı. Mithat filoloji bölümüne 4. Sıradan girmişti. Üniversite yaşamı onun için çok farklıydı. Mithat daha önce hiç kullanmadığı sigara’ya üniversite de başlamış ara sıra içtiği içkinin dozunuysa iyice arttırmıştı. Ama kontrolün kendisinde olduğunu istediği zaman bırakabileceğini düşündüğü için bunların bi sorun olacağına inanmıyodu. Mithat ikinci sınıftayken okula yeni gelen öğrenciler arasında bi kız görmüştü ilk bakışta göze batan herhangi bi özelliği yoktu ama sık sık kütüphane de karşılaşmaları mithat’ın kendi kurallarını bozup kızla konuşma isteğiyle sadece kitap okumayı seven sığ bi kızla konuşacak bişeyi olmaması ihtimali arasında bocalamasına neden olmuştu. Kız turizm bölümündeydi ve kampus içinde de sık sık karşılaşmaya başladıklarında Mithat kızın kendisine başıyla selam verdiğini görüp nezaket gereği aynı şekilde karşılık vermişti. Mithat kütüphane’den Taş Duvar Açık Pencere adlı kitabı almış ve haftalık rutinine uygun olarak bitirdiğinde son sayfasında bi süprizle karşılaşmıştı. Daha önce okuyan bi okuyucunun kitap hakkındaki görüşleri sanki Mithat için yazılmışcasına orda duruyodu. Mithat kitapları kütüphanenin verdiği numaralara göre sırayla okuyodu. Elindeki 13241 numaralı kitaptı ve kitabı kendisinden önce kimlerin okuduğunu öğrenmesi gerektiğini düşündü. Kütüphane deki bilgisayardan baktığında kitabı kendisinden 2 gün önce banu isimli bi kızın okuduğunu gördü. Kızın kim olduğunu bilmediği için okuduğu diğer kitaplara baktı. Banu isimli kız yazarları alfabetik sıraya göre dizmiş ve bu doğrultuda kitapları okuyodu. Ve azımsanmayacak miktarda kitap okumuştu. İkisinin birden okuduğu bi çok kitap vardı ama diğerlerinde benzer bi notla karşılaşmamıştı. Mithat yıllardır süren rutinine bi gün için ara verip banu’nun okuyacağı bi sonraki kitabın hangisi olduğunu tespit etmiş ve hemen o kitabı okumaya başlamıştı. Aynı yazarın Umut adlı kitabını okuması gerekiyodu ama Banu’nun zaten o kitabı almış olduğunu görünce hemen bi sonraki kitap olan Veda’yı aldı ve okumaya başladı. Kitabı bi solukta bitirip arkasına notunu gördüm bu sana cevabımdır kabilinden bi şeyler karalayarak kitabın arkasında okduğu notun gerçekten kendisine yazılmış olabileceği ihtimalini değerlendirmişti. Kitabı iade ettikten sonra kendi rutinine dönmüştü. Pazartesi günü her zaman yaptığı gibi okuduğu kitapları bırakıp yeni kitaplar almak için kütüphaneye girdiğinde hemen gidip kitabın arkasını cevap gelmiştir umuduyla kontrol etti. Ama yeni hiçbir şey yazmıyodu. Olayın sadece bi tesadüf olduğuna karar vermişti ki kitabın Banu tarafından okunup okunmadığını kontrol etme ihtiyacı hissetti. Bilgisayarın başına otururken okumamış olmasını umudediyodu. Ama Banu’nun kitabı okumuş olduğunu ve Cuma günü iade ettiğini gördü. Kendi kitaplarını alıp kütüphane de oturup okumak sürekli yaptığı bi eylem olmasına rağmen bu gün kitaplarını alıp eve döndü ve derslere girmedi. İlk kitabı bitirdiğinde büyük bi şokla karşılaştı en arka sayfa da kendisine cevap vardı Banu’dan. Not yarım kalmış gibiydi. İkinic kitabın son sayfasına baktığında başka bi not olduğunu gördü. Ama henüz ikinci kitabı bitirmemiş olduğu için bu notu okumadı ve kitabı okumaya başladı. Kitap bitince en arka sayfadaki notu okudu ve gene yarım kaldığını görünce tüm kitapların arkasında notlar olduğunu düşündü. Hemen üçüncü kitaba geçti bitince tahmin ettiği gibi bi notla karşılaştı. Dördüncü kitapta da aynı şekilde not gördükten sonra beşinci kitaba başladı ama bu kitabın sonunda bişey yazmıyodu. Sanki bu kitabı hiç okumamış gibiydi. Bi anda aklına bu kitaplardan hiçbirini okumadığı geldi. Banu’nun Veda’yı okuyup okumadığını kontrol etmek için listesine baktığında bu kitapların hiçbiri listesinde yoktu. Ayrıca Veda’yı Cuma günü iade etmişti. Bu kitapları o gün almış olsa bile henüz geri verecek zamanı olamazdı. Mithat tüm notların kendisiyle iletişim kurmaya çalışan birinden geldiğini o an anladı. Cevapları gene aynı şekilde kitaplar aracılığıyla vermeliydi. Ama bunu nasıl yapacağını bilmiyodu. Ya kendi listesinden vazgeçip banu’nun listesinde dahil olacaktı yada  alfabetik sırayla kütüphane numarasının çakıştığı kitaplar aracılığıyla temas kuracaktı. Psikolog’un koyduğu tanının gerçek olduğunu da ilk defa o an düşünmüştü Mithat. Kendisini heyecanlandıran biri için bile listesinden vazgeçemiyordu. Kütüphane’ye gider gitmez alfabetik sırayla numaranın çakıştığı kitapları karşılaştırdı. Bu hafta okuyacağı kitapların hiçbiri alfabetik sırada çakışmıyolardı. Gelecek hafta bir kitap ve sonraki hafta 3 kitap çakışıyodu. Bu haftanın hızlıca geçmesini istiyodu Mithat. Pazar akşamı olduğunda içinde daha önce hiç tatmadığı garip bi heyecan vardı. Pazartesi sabahı kitapları alınca ihtiyacı olan kitabın 2. Kitap olduğunu fark etti. Bi istisna yapıp ilk önce o kitabı okuyabilirdi ama gene psikolog’un teşhisini hatırladı ve sırasıyla devam etti. İkinci kitap bittiğinde tam arkasına cevabını yazacaktı ki Banu’nun 4 ayrı notuna verilecek cevabın buraya sığmayacağını düşündü ve bi mektup yazmaya karar verdi. Mektup bitince kitabın arasına koydu ve diğer kitaplara geçti. Ertesi gün sadece ikinci kitabı iade edip diğerlerini rutinine uygun şekilde pazartesi teslim edecekti. Pazartesi kütüphaneye geldiğinde okuyacağı ve Banu’nun listesiyle kesişen üç kitabın olması ve kitapların arka sayfalarına bölünmüş şekilde cevapların olması mithat’ı çok sevindirmişti.  Mithat kitap bittikten sonra arkasındaki notu okuyup vereceği cevabı düşünüerek 5 kitabı da bitirmiş ve çakışan üç kitaptan birincisinin içine cevaplarını ikincisinin içineyse kendi düşüncelerini yazdığı mektupları koydu...
Rüzgarın hırçın ve sert ıslıklarına eklenen,

yağmurun naif ama kararlı dokunuşları eşliğinde

seni anıyorum sevdiceğim.

Gözlerimde akmak için bekleyen ikidamla yaş,

Ve göğsümde nefes almamı güçleştiren senini sızın.

Ben, göz yaşlarım, kronik sızılarım ve kalemim...

Dışarıdaki fırtınanın korkutucu seslerini

sevdama fon müziği yaparak seni anıyoruz......

29 Ağustos 2010 Pazar

Özgürlük...

Bugün can sıkıntısından daha evvel indirdiğim bi filmi izledim. Filmin konusunun benim duruma benzemesini aramızda ki uçurumu falan es geçiyorum sadece sonundaki bi sahnede yapılan özgürlük vurgusuna takıldım. Özgürlük ne ilginç bi kavramdır. Kimileri için özgürlük birine bağlanmaktır. Kimileri içinse kimseyle bi hukukunun olmamasıdır. Özgürlüğü tanımlayın dediğinde eminim bi çok insan uçmak der. Anti popülist olduğum için en popüler cevabı veremem ama uçmak özgürlüğü en iyi tanımlayan kavram gibi görünüyor. Kuşlar gibi özgür olmak çok sık kullanılan bi deyimdir. Uçmanın benim için özgürlük olabilmesinin tek yolu o hırçın rüzgârın yüzümü yalamasıdır. At, bisiklet, motosiklet, tekne, tren, araba hangi vasıta olursa olsun o rüzgârı hissetmek isterim. Uçakta uçtuğunun bile farkında olmadan ulaşım amacının ötesine geçmeyen bi durumu özgürlük olarak tanımlamak bana o kavramı küçültmekmiş gibi geliyor. Esas özgürlük enginlikte bir nokta olduğunu anlayabilmek ve onu kabul edebilmektir. Bir noktanın rüzgârın esintisiyle hareket edebilmesi enginliğin içine doğru sürüklenmesi korkutucu olduğu kadar huzur verici bi durum bence. Deniz ya da gökyüzü ikisi de özgürlüğe kanat açabileceğin enginlikler. Bi gün seninle o enginliğe adım atmak ve o esintiyle her şeyden kurtulabilmek en büyük hayallerimden biri. Düşününce içinde senin geçmediğin hiçbir hayalim yok senin olmadığın bi hayatı planlamak ya da düşünmek benim için mümkün olmadığı için sen bihaber olduğun halde binlerce planıma projeme ortaksın. Kim bilir belki bi gün gerçekleşirler

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Çocukluk...

Derler ki insan ömrünün en anlamlı yılları çocukluğudur. En masum, en içten ve en gerçek duyguların yaşandığı dönemdir. Ve ne güzeldir ki ben o en anlamlı yılların tamamında senin yanındaydım. Büyümeye başlayınca sorumluluklar da artıyor. İlgilenmen, düşünmen gereken çokça şey oluyor. Eskiden ne güzeldi. Hiçbir çaba harcamadan alınan yüksek notlar çalışkanlığın getirdiği fors, sınıf başkanlığı vs. tabi o günlerin en güzel tarafı olan sen. Hemen yanı başımda oturan sürekli muhabbet ettiğimiz bana her konuda destek olan her seferinde hadi deyince arkamdan ilk gelen kişi olan sen. Kişiliğinin, zarafetinin olgunlaşmasının en yakın tanıklarından biriyim.Çocukluğumda ki en masum hayallerim arasında da sen vardın hala sen varsın o zaman da seninle bi gelecek hayali kurardım şimdi de.Hayallerimin nerdeyse hiç değişmemiş olması iyimidir kötümü bilmiyorum ama ben o en anlamlı olarak addedilen yılları seninle yaşadığım için mutluyum.Çocukluğun basitliğini ve senin her daim yanımda olmanı çok özlüyorum…

29 Haziran 2010 Salı

'vir gül' yok sen iyisi mi bir gül buna.

virgülmüş,
virgül diyorsun.
ne gerek var bunca sıralı cümleye?
ben noktadan sonra büyük harfle başlayacağım.
gideceğim geceyi yerinden hiç kıpırdatmadan.
kimseyi kırmadan
üzülmeden fazlaca
herkesi en çocuk haliyle hatırlayıp
gideceğim birgün işte.
ne diyordu iskender
"laf; keder israfı. veda; insana dair bir ihtiyaç."
ne güzel diyordu.
gideceğim,
gideceğim işte ..
elveda derken sol elini kalbime koyacağım.
kalp kırıklarım ellerine batacak, kanatacak.
sol yanım kanlar içinde gideceğim o zaman.
tüm çocuklar gülecek buna..

(içerleyen nian :) )

15 Haziran 2010 Salı

Sana söyleyemediklerim...

An itibariyle bu yazıyı bi trende şehirlerarası bi yolculuk yaparken bi arkadaşın blogumu uzun zamandır güncellemediğim hakkında ki serzenişini haklı gördüğümü için kaleme alıyorum.

Bi şehirden diğerine giderken yani yolculuk yaparken insanın boş vakti oluyor yapılacak en iyi şey seni düşünmek. Seni düşünmek bende bi ferahlama bi rahatlama duygusu uyandırdığı için zaten hep seni düşünürüm. Ama yolculuklar bi başka oluyor. Şimdi yanımda olsaydın bu yolculuğun ne kadar muhteşem bi zaman dilimi olacağını belleğimin en erişilemez ve silinemez köşesine kaydedileceğine dair hayaller kurmaktan, seni düşünmekten kendimi alamıyorum. Sonra etrafımda ki çarpık ve bitmiş ilişkiler geliyor gözümün önüne korkuyorum. Olmaz ya seninle birlikte olsak ve gene olmaz ya ben seni kırsam. Yada sana kötü davransam. Kendimi nasıl affederim? Yada affedebilirmiyim? Nasıl bir daha bırak sana aynada kendi yansımama bakarım? Nasıl bir daha kendimle baş başa kalabilirim? Ama yok senin için Beşiktaş’ım dışında her şeyden vazgeçebilecekken seni isteyerek kırmam mümkün değil. O azur mavisinde yada Buenos Aires sahillerinde yanımda sen olmazsan ben neyleyim dünyayı. Bana seni gerek seni…

Her An

Her an şükrediyorum yaradana,
Seni sevebileceğim bi anım daha var diye.
Her an seni düşünüyorum,
Bulunduğum an’a ışık olasın diye.
Her an seni getiriyorum gözlerimin önüne,
Her şeyden sıkılıp vazgeçtiğimde bana umut olasın diye.
Her an yanında olmak istiyorum,
Sensiz yarım olan hayatım tamamlanabilsin diye.
Her an özlüyorum seni,
Hayatının merkezinde olabileyim diye.
Her an seni düşlüyorum,
İçim huzurla dolsun diye.
Ve her an yolunu gözlüyorum,
Hayatımın bir anlamı olsun diye.




Seni Gördüm


Güneşli bir günde bir bulut gördüm.
Güneşin sana benzeyişini bulut saklayamıyordu.

Masmavi gökyüzünde bir kuş gördüm.
Gökyüzünün enginliği kuşun güzelliğini gölgeleyemiyordu.

Berrak ve insana huzur veren bir ırmak gördüm.
Dibindeki siyah bir çakıl taşını kıskanan.

Yemyeşil çayırlarda bir gelincik gördüm.
Bir çiçeğin kırmızılığın da boğulan.

Engin denizler gördüm.
Bir mercanın maviliğine hayran olan.

Ve seni gördüm yanında tüm güzelliklerin sönük kaldığı.
Güneş ve ayın hayran olduğu.
Gökyüzü ve denizlerin ölesiye kıskandığı.
Güzelliğin ve zarafetin şekil bulmuş halini.
Seni gördüm.




Ardından Bakmak


Zordur gidenin ardından bakmak.
Hep beklersin bir gün dönecek diye.
Her ızdıraplı günün sonunda yeni bi günün heyecanı ve umuduyla yatarsın.
Bir gözün hep yolda, için buruk ve bir yanın hep eksik gülümsersin etrafa, kan ağlayarak.
Her sabah bi umutla bakarsın onun yoluna. Bu günün o gün olduğunu umarak.
Çektiğin acıların gelecek mutlu günlerin habercisi olduğuna inanarak.
Ve hep beklersin. Dünden miras kalan hayal kırıklıklarıyla.
Ve bir gün son kez bakarsın onun yoluna.
Hani filmlerde olur ya son anda gelir ve hikâye mutlu biter.
Bakarsın hayal kırıklığının devlet başkanı unvanını devralmadan hemen önce, son bir kez…
Sonra anlarsın ki gelmeyecek. Anlarsın ki mutlu son diye bir şey yokmuş.
Sonun hiçbir çeşidi mutlu olmazmış. Son hüznün adıymış.
Artık umutla yatmazsın. Her sabah ilk iş yolunu gözlemezsin.
Acıyla ve hayal kırıklığıyla yaşamayı öğrenirsin.
Geçmiş güzel günlerle yetinip bir daha asla gerçekten mutlu olamayacağını bilirsin.
O gün kabullenirsin yalnızlığı ve gidenin arkasından bir daha bakmamaya yemin edersin.
Ve sende gidersin hoyratça harcadığın günlere lanet ederek…

5 Ekim 2009 Pazartesi

Boşver

"Adam gibi hüzünlerdir adam eden adamı."
"Ağlamayı bilemyenin kahkasından da bi bok olmaz."

İstanbul'da üniversitede okuyan
genç kız Ankara'daki babasına
telefon etmiş:
-"Baba, merhaba. Ben Lale...."

-"Ooooo. Güzel kızım benim.
N'abersin bakalım?..."
-"Hiç sorma babacığım. Hiç keyfim
yok valla..."
-"Hayırdır? Bir sorun mu var?...
Kız ağlamaya başlar; babası ise üzüntü
ve meraktan kafayı yemektedir:
-"N'ooldu kızım? Anlatsana..."
-"Murat evi terketti. Boşanmak
istiyormuş..."
-"Ne evi lan? Ne boşanması? Sen ne
zaman evlendin de boşanıyorsun?..."
-"Hani senin hiç hoşlanmadığın
esrarkeş çocuk vardı ya. Ben onunla
evlendim."
-"İyi halt ettin, zilli. Neyse, artık
yapacak bir şey yok. Versin mahkemeye,
hemen boşanın..."
-"Boşanalım ama benden 10 milyar
istiyor. Eğer vermezsem, iyi
zamanlarımızda çektiği çıplak
fotoğraflarımı internetten herkese
yollayacakmış...."
-"Püüh. Rezil...Çıplak fotoğraf
çektirdin, öyle mi?"
-"Ama babacığım. O benim kocamdı.
Ne biliyim böyle bir puştluk yapacağını."
-"Peki. Olan olmuş artık. Yarın havale
ederim parayı...Öğleden sonra bankaya
gidip çekersin; sonra da alıp yakarsın o
kahrolası fotoğrafları..."
-"Sağol baba. Eeee. Şey...Bir de kürtaj
için 2 milyara ihtiyacım var..."
Adam artık iyice fenalaşır. Boğuk bir
sesle konuşur:
-"Kürtaj mi? Bir de hamile mi kaldın o
çocuktan sen?..."
-"Aslında ondan değil... Zenci bir çocuk
vardı... Zaten o yüzden ayrılıyoruz ya...."

Adam bayılmak üzeredir. Nabzı yükselir,
tansiyonu düşer, artık inleyerek
konuşmaktadır:
-" Biz seni oraya okumaya yollamıştık.
Sen ne haltlar çevirmişsin. Allahım.
Nedir bu başımıza gelenler...Okulu bititir
bitirmez Ankara'ya dönüyorsun,
yoksa kırarım bacaklarını..."
-"İstersen hemen dönebilirim babacığım.
Ben geçen yıl okuldan atıldım çünkü..."

Adam masanın üzerindeki soğuk su dolu
sürahiyi başından aşağıya devirir ve
ancak bu şekilde konuşmasını sürdürebilir:

-"Okuldan mı atıdın? Hani birlikte
avukatlık yapacaktık, zilli?...Eh ulan?
Sen hele bir gel buraya. Ben sana yapacağımı
bilirim. Evden dışarıya adım
attırmıycam sana. İlk isteyenle de
evlendiricem...."
-"O iş zor be baba. Biliyorsun, moda oldu,
artık evlenmeden önce eşler birbirlerinden
sağlık raporu istiyorlar... Pek iyi bir rapor
sunacağımı zannetmiyorum
ben..."
-"Allahım, çıldıracağım... Bir de cinsel
hastalıklar haaa.....Kesin o zencidendir..."
-"Çok pis arkadaşları vardı. Bilmem artık
hangisinden kapmışımdır..."

Güm diye bir ses duyulur. Adam kısa bir
süre için kendinden geçmistir; ancak hemen
kendisini toparlayıp tekrar telefonu alır.
-"Hemen bu akşam dayını yolluyorum oraya.
Seni alıp gelecek. Adresini ver bakiyim..."
-" Mahmutpaşa Karakolu'ndayım... Gelirken
kefalet için de biraz para getirsin
yanında..."
-"Karakol mu?...Bir de karakola mı düştün
layyynnn?
Ne yaptın?...."
-"Dün kafam çok bozuktu, çok içmişim.
Araba kiralayıp dolaşmaya çıktım. O
kafayla Arnavutköy'de kokoreççi dükkanına
girdim. Ama neyse ki kimse ölmedi. Dükkan
sahibiyle kiralık araba firmasına biraz
para vermek gerekir sanırım..."

Adam artık iyice fenalaşmıştır.Hatta fenalaşmak
ne kelime; adeta kahrolmuştur. Telefonda kısa
bir sessizlik olur. Kız tekrar konuşmaya başlar:
-"Babacığım. Sakın üzülme. Bütün bunlar bir
şakaydı. Ben sadece sınıfta kaldığımı söylemek
için aramıştım..."

Bunun üzerine adam sevinçle ve mutlulukla
haykırır:
-"Canın sağolsun be güzelim, boşveeerrr.
Okul da neymiş? Hiç mühim değil, tatlı
canın sağolsun senin...."